Edebiyatımızda hamse şâirleri arasında anılan Hâmidî-zâde Celîlî, XVI. yüzyılın önde gelen mesnevicilerinden birisidir. Hâmidî-i Isfahânî olarak tanınan Hâmidî’nin küçük oğludur. Asıl adı, Abdülcelîl olup 893/1487’de Bursa’da doğmuştur. Kendinden önce dünyaya gelen kardeşi Aziz Mahmûd’dur ve aralarında on yedi yıllık yaş farkı vardır. Babasının vefatında Celîlî, kendisine vasiyetname yazılıp vasi tayin olunacak kadar küçüktür. Hâmidî, oğlunu vasi bıraktığı İskender Lala ile Molla Sinan’a hitap ederek:
Vasîyy ü nâzır itdüm bîgümânî
Skender Lâlâ vü Molla Sinânı
Benüm oglum benüm Abdü’l-Celîlüm
Balık-bâzârına ugratmayasuz
diye sıkı sıkı tembihlediği halde Celîlî, Âhî (Benli Hasan, öl.923/1517))’yle arkadaş olmuştur. Âşık Çelebi, “Bir meyhânede cem‘ olup kendi ebyâtın ceste ceste belki deste deste okuyup sen dahı kitâbından bâ‘zı ebyât okı diyüp ibrâm itmiş Âhî asla cevâb virmemiş. Âhır Celîlî şimdi yüz dâne gazel didüm adın “Gül-i sad-berg” kodum deyü germ olup birkaç gazel okıdukda...” demekte ve Benli Hasan’ın şâirâne bir küfür savurduğunu anlatmaktadır.
Celîlî, Yavuz Sultan Selîm’e medhiyeler yazmasına rağmen padişahtan herhangi bir iltifat görememiş, Bursa’ya dönüp “Murâdiye zevâidinden aldığı altı akçe” ile geçimini sağlamaya mecbur kalmıştır. Celîlî’nin, yanlış olarak, ölüm haberi duyulunca bu parayı kesmişler, daha sonra bunun asılsız olduğu anlaşılmış; fakat taksime uğrayan ödenekten ancak üç akçeyi kendisine iade edebilmişlerdir. Bu ücretle çok sıkıntılı günler geçiren şâir, 945/1538’den evvel şuurunu büsbütün kaybetmiştir. Yalnız yaşamayı seven ve içine kapanık bir mizaca sahip olan Celîlî, “şûrîde-hâl ü dîvâne-reng kişidür.” Âşık Çelebi’nin anlattığına göre, ayda bir hamama gider; kimse yoksa yıkanmazmış. Berberin yanında iki üç kişi bulunmayınca tıraş olmazmış. Şuurunu kaybettikten sonra bazı zamanlar yalın ayak, baş açık ve kısmen çıplak olarak sokaklarda dolaştığı olurmuş. Bazı zamanlar Kaplıca yolu üzerindeki evinin önünde durur, selam verenin selamını alır; fakat konuşmak isteyenlere yüz vermezmiş. Yaz kış elinde bir yelpaze, sarığında da daima bir gül bulundururmuş. Bir akçeye satın aldığı bir şeyi, iki akçe verip taşıttırırmış. Kimseye aldırış etmez, kardeşi Aziz Mahmûd’un tavsiyelerine uymazmış. Tarihçi Âlî, 977/1569 yıllarında kendisini derbeder bir şekilde Bursa çarşılarında gördüğünü söylemektedir. Celîlî, meyve alıp parasını vermeden gider, pazarcılar da şâirin durumunu bildiklerinden “paramızı ver” demezlermiş. Parası olduğu zaman ise fiyatını sormadan borcunu ödermiş. Hemen hemen bütün kaynaklar onun genç bir yaştayken tecennün ettiğini ve manzumelerinden bir kısmını cinnet halindeyken yazdığını söylemektedir. Celîlî’nin ölüm tarihi hakkında kesin bir bilgi yoktur. Ancak, Âlî’nin Künhü’l-Ahbâr’ı yazdığı sıralarda onunla konuşmuş olmasından 977/1569’dan sonra Bursa’da öldüğü söylenmektedir.
Celîlî, “Penc-Genc”i yazmak isteğiyle yirmi dört yaşında “Husrev ü Şîrîn” mesnevisini kaleme almış; “Leylâ vü Mecnûn”, “Hecr-nâme”, “Mehekk-nâme”, “Gül-i Sad-berg”den oluşan bir külliyat meydana getirmiştir. “O, Husrev ü Şîrîn ile Leylâ vü Mecnûn hikâyelerini yazmakla, “Penc-Genc” yolunda yürüyenlere katılmış; Hecr-nâme ve Mehek-nâme’leri “îcâd” etmekle onlardan ayrılmış; Gül-i Sad-berg-i Bî-hâr’la da bu sahaya “yenilik” getirmiştir.”
Celîlî’nin Mehekk-nâme’si üzerinde ilk ve tek dikkate değer inceleme, Paris Milli Kütüphanesinde bulunan külliyattaki nüshaya dayanılarak Prof. Dr. Hüseyin Ayan tarafından yapılmıştır. Celîlî’nin Husrev ü Şîrîn mesnevisi üzerinde çalışmalarımız sırasında Mehekk-nâme’nin ikinci bir nüshasının bulunmasıyla birincide bazı değişikliklerin olduğu ve iki nüsha arasında bazı farklılıkların varlığı dikkati çekmiş; eserin yeniden ele alınmasının faydalı olacağı kanaati belirmiş ve bu yüzden eser, yeniden tanıtılmıştır.
Paris Milli Kütüphanesi’nde külliyatın 89b-92a varakları arasında, Mehekk-nâme’nin bulunduğu sayfalarda, Celîlî’nin Leylâ vü Mecnûn’unun bir kısmı yer almaktadır. Leylâ vü Mecnûn’la ilgili şiirler, 8,4 x 13 cm.lik bir sayfaya yazılarak iki çizgili bir çerçeveyle kapatılmıştır. Geri kalan sayfa kenarlarının 3,5 x 3,3 cm. lik yerinde Celîlî’nin Mehekk-nâme’si yazılmış ve çerçeveli çizgilerle bölünmüştür. Eserde, beyitlerin arasında bir çerçeve içerisinde üç başlık ve diğer başlıklar için ayrılmış çerçeveli üç boşluk bulunmaktadır. Yazı okunaklı ve ta’liktir.
İstanbul Süleymaniye nüshasındaki ikinci Mehekk-nâme ise, tamamı 9 yaprak olup ta’lik yazıyla her sayfaya 17 satır gelecek şekilde istinsah edilmiştir. Tarafıma gönderilen mikro-filmlerden bir mecmua olarak tertiplendiğini anladığımız bu yazmada, Mehekk-nâme’nin kayıtlı olduğu kısımda varak numaraları olmadığı için sayfaları, 1b’den itibaren numaraladık.
Bu mecmuanın başında ve sonunda değişik şâirlerden seçilmiş gazeller vardır. Mehekk-nâme’nin ilk sayfasında(v.1b ve 2a) Şem’î’ nin “-ımdan” , Za’fî’nin “sığmaz”, Rahmî’nin “-umuz”, Şem’î’nin “olsa” (başlıkta Zâtî olarak yazılmış) ve Zâtî’nin “-âdını” redifli gazelleri yer almaktadır.
Mehekk-nâme’nin sonunda Kasımî’ye ait şu kıt’a bulunmaktadır:
Da’vâ-yı mu’cizâta iki şâhidün durur
Şakku’l-kamer semâda eyâ seyyide’l-beşer
İnkâr kim ide kamerün şakkına henüz
Cisminde var iken dahı ol zahmdan eser (v.5a)
Bu kıt’anın ardından Kasımî, Sultân Cem ve Şeyhî’ye ait gazeller yer almıştır (v.5a-5b). Mehekk-nâme’nin son yaprağında ( v.5a) 81. beyitten itibaren sayfa kenarında “Kıt’a-i İbn-i Kemâl” başlığıyla da bir kıt’a görülmektedir:
Yüz cefâ görsem ey sanem senden
Bu ne sözdür kim usanam senden
Tâ’li’ümdür seni vefâsuz iden
Ben anı sanma kim sanam senden (v.5a)
Mesnevide bazı beyitlerin yanında, istinsah edenler tarafından konulduğu anlaşılan, iki beyit gözümüze çarpmaktadır. Bunlardan ilki, 70. beytin hemen yanında Türkçe; ikincisi ise 76. beytin yanında Farsça bir beyittir. Türkçe “ferd” şudur:
Mahbûb odur ki ‘âşık-ı şûrîde- hâl ile
Bir kulı gibi söyleşe rûy-ı celâl ile (v.4b)
Bu nüshada altı başlık ve diğer başlıklar için ayrılmış iki de boşluk bulunmaktadır.
Paris nüshasındaki eser, düzen ve yazı bakımından daha orijinaldir. Buradaki yazıların itinalı, okunaklı ve güzel bir ta’likle olmasına karşılık, İstanbul nüshasındakinin itinalı olmadığını; ayrıca, yer yer mürekkep veya başka lekeleri görüyoruz.
Şâirin iç dünyasındaki karışıklıklar, çevresiyle olan ilişkilerini de etkilemiştir. Adına eserler sunduğu Yavuz Sultan Selim’den gerekli ilgiyi ve desteği görememiş; en son eseri olduğu düşünülen “Mehekk-nâme”yi yazdığı dönemde de geçim sıkıntısından kurtulamamıştır. Husrev ü Şîrîn’de değerinin bilinmemesinden şikâyet edip, hünersizlerin her zaman kendisinden daha değerli olduğundan yakınan Celîlî, Mehekk-nâme’de de aynı durumdan söz ederek, güzel sembollerle kendisini anlatmış; mal ve mülkün, güzelliğin geçici; cazibesinin aldatıcı olduğunu vurgulamıştır.
Celîlî eserini hezec bahrinin “Fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün” vezniyle M.1514’ten sonra kaleme almıştır. Eldeki iki nüshaya göre 87 beyitten oluşmuş küçük bir mesnevi görünümündeki bu eseri üç bölüme ayırarak inceleyebiliriz:
- Giriş bölümü, 1-30 beyitleri arasında üç başlıktan oluşmuştur.
- Konunun işlendiği bölüm, 31-80 beyitleri arasında olup üç başlıktan meydana gelmiştir. Başlık için iki tane boş yer bırakılmış; ancak bir şey yazılmamıştır.
- Bitiş bölümü, 81-87 beyitleri arasında ve tek başlıktan ibarettir.
Celîlî’nin diğer mesnevilerinde de görüldüğü gibi, Mehekk-nâme, Allah’a hamd ile başlar. Bu küçük mesnevide bile şâir, usûlden ayrılmamış, tertibe riayet etmiştir. Allah’a şükreden Celîlî, Allah’ın ayıpları örttüğünü, günahları bağışladığını kimini altın gibi değerli kimini de taş gibi değersiz kıldığını söylemektedir. Gümüşün yüzünü beyaz; mehekk taşının yüzünü kara edenin yine Allah olduğunu dokuz beyitlik “tevhîd” bölümünde dile getirmektedir. Peygamberimizin vasıflarından söz eden 13 beyitlik na'ta geçişini, “Nâmım mucizeler gösterse bunda şaşılacak bir şey yok; çünkü kalemim Hz. Muhammed’in na’tını yazmaktadır.” diyerek haber vermektedir. Şâire göre altın ve gümüş, değerli madenlerdir; ancak bunlar insanları aldatırlar. Bütün bu kendini değerli görenleri bir “sahib-ayar”a şikayet edebilmeli ve yanılmayan bir ölçüye yani “mehekk”e başvurabilmelidir. Dinimizce erkeklere yasak olan altın, kadınların süslerindendir ve bunlardan el çekmek her zaman iyidir.
Peygamberimize salât ve selam gönderdikten sonra na’tının son beytinde Hz. Muhammed’in “Âl”ine, “çâr-yâr”a, muhacirlere, ensâra ve “ebrâr”a da dua eder.
Asıl hikâye, sekiz beyitlik bir “pend” veya “ender nasîhat der- nefs-i hod”dan sonra başlar. Bu başlık altındaki beyitlerde kendine seslenerek insanlara birtakım nasihatler etmesi, aynı zamanda şâirin edebî kişiliğini yansıtması bakımından da önemi büyüktür.
“Şikâyet-i zer ez-mehekk-i pâdişâh-ı ‘âlem-râ” başlığıyla, mesnevinin asıl konusuna geçilmiştir: İşin inceliğini ve bakmasını bilen hikâyeci, Gümüş ile Altın’ı yani Nukre ile Zer’i şöyle anlatmıştır: Nukre ve Zer, padişahın huzuruna varırlar ve yüzlerini yere koyup saygılarını sunarlar. Ayın önünde yıldız gibi gözyaşı döktükten sonra “Sen padişahımızsın, sığınağımızsın; ahvâlimizi hikâyet ve devlet eşiğine şikâyet etmek için geldik.” derler.
Önce Zer, söze başlar: “Sarı bir yüzüm ve gönlümde aşk derdinin yarası var. Âşığın yüzünün örneğiyim. O gülün sarı renkli yaprağıyım. Temkîn bahçesinin nergisiyim. Cihânı gören göz gibiyim. Geçim göklerinin yıldızıyım. Sanki doğunun güneşiyim. Ancak, karalar giymiş bir müzevvir var ki işi gücü ayıpları ortaya çıkarmak ve sırları açıklamaktır. Onun hem yüzü hem de gönlü karadır. Kalbinin içi, yalan dolanla doludur. Derviş görünüşlüdür; oysa kalleştir. Kime uğrasa ayıbını ortaya çıkarır; kıskanan adam gibi kaba ve serttir. Yüzüne dinin ışığı düşmemiştir. Adı “Mehekk” olan bu kara yüzlünün boyu bosu, çirkindir ve zakkuma benzemektedir. Bunca faziletimi, üstünlüklerimi görmez de ayıbımı durmadan yüzüme vurur.”
Zer’in şikâyet dolu sözlerinden sonra Nukre, söze başlar: “Ben ak yüzlüyüm, ümit bahçesinin yaseminiyim. Ümit fidanının süsüyüm ve o çimenlikte beyaz bir gülüm. Elim, güzellerin eteğine ulaşır, ki âşığa el uzatıp iltimas eden benim. Benim yüzüm ak, alnım açık; düşmanım az, dostum çoktur. O ak yanaklı güzel benim. Kerem göklerinde yıldız gibiyim. Emelinin sonunda herkes bana kavuşmak diler. Yüceliğin mayası ve ikbal için gerekli olan benim. “Mehekk” isminde karalar giymiş birisi vardır ki adı varlıktan silinmelidir. Bunca faziletimi ve mükemmelliğimi, değerimi, makamımı görmez de küçücük bir ayıbım olsa ortaya çıkarır ve gün gibi aydınlatır. Yüz tane olgunluğumu görse, gizler de bir noksanımı bulsa açığa çıkarır. Ey şâhım! Ağlamaktan gözlerime ak düştü. O kara yüzlünün elinden âh etmekteyim.”
Bu zulümleri işiten Şâh, öfkesinden yerinde duramaz ve Mehekk’i derhal getirmelerini emreder. Huzuruna getirdikleri Mehekk’e, açık görüşlü padişah, şunları söyler: “Ey karalar giyen, kara yüzlü adam! Gece hırsızı gibi bir elbise giymiş; hırsız gibi karanlık bir işe düşmüşsün. Niçin ayıpları açığa çıkarır, gayb sırlarını açıklarsın; kır saçlıya saygı göstermez, kırmızı yüzlüyü korumazsın?”
Azarın acı iğnesini yiyen Mehekk, padişahın seslenişine hitaben: “Ey pâk cevherli padişah! Sim ve Zer, senin eşiğinin tozu toprağıdır. Ey dinin şâhı! Senin adaletinin sesi, feleğin gümüş tasına erdi. Ben mecalsiz bir kara yüzlüyüm ve senin eşiğinin toprağının kölesiyim. Yaratılış günü “Ol!” emri bu kara elbiseyi sırtıma giydirdi. Bu yüzden Ka‘be örtüsü, elbisem; pelas elbisenin ilk örtüsüdür. Bana Ka‘be’deki Hacer-i Esved gibi “kara taş” derler. Ben doğruyu gören ve gösteren; köşeme çekilmiş Allah’tan korkan birisiyim. Her değerli kişinin parası hâlis olursa, Mehekk ona sadık bir köle olur. Sim ve Zer eğer tam ayarlı olurlarsa, onlara Mehekk’ten hiç toz bulaşır mı?” der.
Şâh, Mehekk’in sadık ve her sözünün hikmete uygun olduğunu görünce ona iftira atıldığını anlar ve Sim ile Zer’in teşhir edilmesini emreder. Bunun üzerine her ikisine de damgayı basıp, şehrin içinde rezil ederler.
Mesnevinin “Hatimetü’l-Kitâb” başlıklı dokuz beyitlik bölümüne şâir, mahlasını (b.79) ve eserinin adını anarak son vermiştir (b.87).
Şâir, dile olduğu kadar aruza da hakimdir. Vezni başarıyla kullandığını ve kelimelerle veznin uyum içinde olduğunu görüyoruz. Celîlî, diğer mesnevilerinde görüldüğü gibi, bu eserinde de canlılık ve ifadeye hareketlilik getiren deyimlere başvurmuştur:
Damga basılmak(damgalanmak):İkisin şehrde idüp rüsvâ / Basdılar her birisine tamgâ(b.78)
Dünyadan el çekmek: Zen-i dünyâdan el çeküp berî ol (b.82a)
Elini çekmek: Merd isen ey gönül elün çekesen (b.20b)
Gözü ağarmak: Gözüm agardı giryeden ey şâh(b.57a)
Gün ışığına çıkmak:Gün gibi rûşen eyler ol kallâş (b.55b)
Kara yüzlü: Bir kara yüzlüdür Mehek nâmı (b.44a), Ol kara yüzlünün elinden âh(b.57b), Bir kara yüzlü nâ-tüvânem ben(b.67a)
Sözünün eri olmak:Merd isen kendü sözünün eri ol (b.82a)
Yüzü ak alnı açık: Çün ki yüzüm ag alnum açukdur(b.50a)
Yüzü ak: Mehek-i dînde yüzi ag degül (b.83b)
Yüzü yere koymak: Yüz yire kodılar şeh öninde (b.33a)
Yüzüne vurmak: ‘Aybumı yüzüme urur turmaz (b.45b)
Samimi bir müslümanın anlatabileceği tarzda, kendi ruh dünyasının derinliğine yerleşen iman duygularıyla kaleme aldığı tevhîd ve na’tlarda İslâm kültürünün etkisi ağır basar. İslâmî inanışa göre, altın takmanın kadınların süslerinden, erkeklere ise haram oluşunu ve mert olan kişinin bunlardan uzak durması gerektiğini çok güzel ifade etmiştir (b.18-20). Peygamberimize gönderdiği salavattan sonra na’tının son beytinde şâir, Hz. Muhammed’in “Âl”ini, “çâr-yâr”ını, muhacirleri, ensârı ve müslümanların “ebrâr”ını da unutmamıştır(b.21-22).
Tanrı iradesini bildiren “Kün fe-yekûn” âyeti, “Ol dedi, oldu.” anlamındadır. Tanrı bu “Kün!”emriyle bütün varlıkları yaratmıştır. “O bir şeyi istediğinde, buyruğu sadece şunu söylemektir: “Ol!” Artık o, oluverir.” Şâir, Mehekk’in yaratılışının da bu emre uygun olduğunu söylemektedir(b.68).
Hacer-i Esved, Kabe’nin doğu köşesinde bir buçuk metre yükseklikte bulunan siyah, kutsal bir taştır. İnanışa göre O, cennetten gelen beyaz bir yakut taşı imiş. Sonradan cahiliyye devrinin günahlarıyla kararmıştır. Şâir, Mehekk’in kara rengini de bu bakımdan Hacerü’l-Esved’e benzetmektedir(b.69-70).
“Pend” ve “Hatime” başlıkları altında verilen öğütler de İslâmî inanç ve düşüncenin sonucu oluşmuş “veciz söz”lerdir(b.26-29 ve b.82-85).
Bu çalışma, Paris ve İstanbul nüshalarının fotoğraflarının karşılaştırılmasıyla ortaya çıkan metinden oluşmaktadır. Metinde her bölüm başlığı büyük harfle yazılmış ve beyit numaraları ayrı ayrı verilmiştir. Paris nüshası “P”, İstanbul nüshası da “A” harfleriyle gösterilmiştir. Farklar belirtilirken veya açıklamalar yapılırken kolaylık olsun diye beyit mısraları a. ve b. olarak işaret edilmiştir. Metinde A nüshasının sayfaları 1b, 2a... biçiminde numaralanmış; P nüshasının sayfalarına ise külliyattaki numaralar (89b, 90a... ) verilmiştir.
MEHEKK-NÂME-İ CELÎLÎ
P 89b TEVHÎD-İ BÂRÎ TE‘ÂLÂ
A 2a
Fe‘ilâtün mefâ‘ilün fe‘ilün
1 Hamd ana kim ‘uyûbı sâtirdür
Şükr ana kim zünûbı gâfirdür
2 Kimini zer bigi ‘azîz eyler
Gayrden kadrini temîz eyler
3 Kimini seng bigi hâr ider
Ger güher olsa hâksâr ider
A 2b
4 Hâki geh kimyâ-yı ‘izzet ider
Geh zer-i nâbı hâke zillet ider
5 Nukreyi rû-sefîd iden oldur
Gül-i bâğ-ı ümîd iden oldur
6 Meheki ol siyâh-rû itdi
‘Ayb-gû kıldı ‘ayb-cû itdi
7 ‘Ayb-cû sanma pârsâ kıldı
P 90a Merd-i hak-bîn ü hak-nümâ kıldı
- Zer zer-i âfitâb u nukre-i mâh
Hırmen-i kudretinde deste-i kâh
- Zer-i sâmit anı ider tesbîh
Depret ey dil kanı zebân-ı fasîh
DER-NA‘T-I RESÛL ‘ALEYHİ’S-SELÂM
- Olsa mu‘ciz-nümâ n’ola nâmem
Çün yazar na‘t-ı Ahmedi hâmem
- Zer-i hurşîd hâk-i dergâhı
Nukre-i mâhı zerre-i râhı
- Zer-i encüm ana bir avuc hâk
Sîm-i eflâk hûşe-i hâşâk
- Bâg-ı kadrinde hâk ile yeksân
Zer-i encüm nite ki berg-i hazân
- Âsitânında nakd-ı sîm-i nâb
Hâk-âlûde sanki katre-i âb
- Mehek-i sünneti ider izhâr
Zer bigi her k’ola temâm-‘ayâr
- Oldı sâhib-‘ayâr şer‘-i Hudâ
Tâ ki sîm-i dalâl ü zerr-i hüdâ
- Gayrdan her birisi bula temîz
Ola biri hakîr ü biri ‘azîz
- Zer-i ihlâsdan nukûd-ı riyâ
Mehek-i sünnetinde oldı cüdâ
- Çünki ol dînde ihtimâm itdi
Bize zîb-i zeri harâm itdi
A 3a
- Sîm ü Zerdür didi çü hılye-i zen
Merd isen ey gönül elün çekesen
Her nefes rûhına selâm olsun
- Salevât-ı ‘ale’d-devâm olsun
Hem mühâcirlere vü ensâra
- Âline çâr-yâr u ebrâra
ENDER NASÎHAT DER- NEFS-İ HOD
Ey gönül tâlib-i hakîkat ol
- Sâlik-i meslek-i şerî‘at ol
- Mürşidün nûr-ı pîr-i ‘ışk olsun
Meslekün müstenîr-i ‘ışk olsun
- Tâ ki yirün hazîz iken ola evc
Bahre nûr ura hâtırundaki mevc
P 90b
26 Ehl-i dil hıdmetine tâlib ol
Kesb-i fazl u kemâle râgıb ol
- Hakkı görürken itme bâtıla meyl
Nâkısa bakma eyle kâmile meyl
Hak sözi kanda olsa gûş eyle
- Zehr ise şehd bigi nûş eyle
Zâhir-i hâlden geçüp pâk ol
- Ehl-i bâtın eşigine hâk ol
Bir mesel geldi yâduma gûş it
- Mey-i nâb-ı nasîhatı nûş it
ŞİKÂYET-İ ZER EZ-MEHEKK PÂDİŞÂH-I ‘ÂLEM-RÂ
Râvi-i nükte-dân u ehl-i nazar
- Şöyle nakl eyledi ki Nukre vü Zer
Dergeh-i şehriyâra vardılar
- Ya‘ni sâhib-‘ayâra vardılar
Yüz yire kodılar şeh öninde
- Dökdiler encümi meh öninde
Didiler pâdişâhumuzsın sen
- Mültecâmuz penâhumuzsın sen
A 3b
Geldük ahvâlümüz hikâyet içün
- Devlet eşigine şikâyet içün
- Zer didi ki ben ki rûy-ı zerdüm var
‘Âşıkam dilde dâg-ı derdüm var
Çehre-i ‘âşıkun numûnesiyem
- Ol gülün berg-i zerd-gûnesiyem
Nergis-i bûstân-ı temkînem
- Fi‘l-mesel dîde-i cihân-bînem
Âsumân-ı ma‘îşet ahteriyem
- Gûyiyâ âfitâb-ı hâverîyem
Bir siyeh-pûş var katı gammâz
- İşi ifşâ-yı ‘ayb u keşf-i râz
Hem siyeh-rûy hem siyeh-dildür
- Nakd-i kalbi tolu gış u gıldür
Gerçi dervîşdür velî kallâş
- Kime uğrasa ‘aybın eyler fâş
Merd-i hâsid bigi dürüşt ü haşîn
- Düşmemiş çehresine pertev-i dîn
Bir kara yüzlüdür Mehek nâmı
- Zişt zakkûma benzer endâmı
Bunca fazl u fezâyilüm görmez
- P 91a ‘Aybumı yüzüme urur turmaz
CEVÂB-I NUKRE
Nukre didi ki rû-sefîdem ben
- Semen-i gülşen-i ümîdem ben
Zînet-i gülbün-i ümîd benem
- Ol çemende gül-i sefîd benem
Hûblar dâmenine dest-resem
- ‘Âşıka dest-gîri mültemesem
Tâyir-i vuslat-ı dil-ârâma
- Dâne ben olıcak düşer dâma
FASL
A 4a
Çün ki yüzüm ag alnum açukdur
- Düşmenüm az u dostum çokdur
Benem ol şâhid-i sefîd-‘izâr
- Kerem evcinde kevkeb-i seyyâr
K’oldı vuslum nihâyet-i âmâl
- Mâye-i ‘izz ü vâye-i ikbâl
Bir siyeh-pûş vardur adı Mehek
- Adı levh-ı vücûddan ola hak
Bunca fazl u kemâlümi görmez
- ‘İzz ü câh u celâlümi görmez
Zerrece ‘aybum olsa eyler fâş
- Gün gibi rûşen eyler ol kallâş
Yüz kemâlüm görüp ider pinhân
- Zâhir eyler bulursa bir noksân
Gözüm agardı giryeden ey şâh
- Ol kara yüzlünün elinden âh
xxx
Şâh çün kim bu zulmi gûş itdi
- Gazabından hurûş u cûş itdi
Emr kıldı ki hâzır eylediler
- Meclis-i şâha nâzır eylediler
Didi ol pâdişâh-ı rûşen-rây
- K’ey siyeh-pûş-ı merd-i tîre-likây
Şeb-revâne kabâya düşmişsin
- Düzd-veş tîre râya düşmişsin
Niçün ifşâ-yı ‘ayb eylersin
- Keşf-i esrâr-ı gayb eylersin
Mû-sefîdî ri‘âyet itmezsin
- Sürh-rûya himâyet itmezsin
xxx
P 91b
Çün Mehek bu hitâbı gûş itdi
- Nîş-i telh-ı ‘itâbı nûş itdi
A 4b
Didi ey pâdişâh-ı pâk-güher
- Sîm ü Zer işigünde hâk dürer
‘Adlün âvâzesinden ey şeh-i dîn
- Tâs-ı sîmîn-i çarha irdi tanîn
Bir kara yüzlü nâ-tüvânem ben
- Bende-i hâk-i âsitânem ben
Rûz-ı fıtratda emr-i “Kün fe-yekûn”
- Egnüme saldı kisvet-i şeb-gûn
Ka‘be örtüsi çün libâsumdur
- Kisvet-i devlet ol pelâsumdur
Hacerü’l-Esved oldı nâm bana
- Bu kadar yiter ihtirâm bana
Hüsn-i sûret degül kişide kemâl
- Hüsn-i sîretdür asl-ı hüsn ü cemâl
Çün siyeh-pûşlıkda ârum yok
- Her ne dirlerse inkisârum yok
Merd-i hâk-bîn ü hak-nümâyam ben
- Künc-i ‘uzletde pârsâyam ben
Her ‘azîzün ki nakdı hâlis ola
- Mehek ana gulâm-ı muhlis ola
Sîm ü Zer ger ola temâm-‘ayâr
- Hiç irür mi Mehekden ana gubâr
Şâh gördi Mehekki sâdıkdur
- Her sözi hikmete muvâfıkdur
Bildi kim Sîm ü Zer ider tezvîr
- Emr kıldı ki ideler teşhîr
İkisin şehrde idüp rüsvâ
- Basdılar her birisine tamgâ
HÂTİMETÜ’L-KİTÂB
Kıl Celîlî hikâyeti âhir
- İtme bâtın rumûzını zâhir
Sûret oldı ‘avâma nakş-ı berûn
- Ma‘ni-i hâsı anlar ehl-i derûn
A 5a
Çünki ma‘lûmdur kamu tafsîl
- Hâcet olmaz ki idesin temsîl
Merd isen kendü sözünün eri ol
- Zen-i dünyâdan el çeküp berî ol
P 92a
Nukre-veş her ki kalbi sag degül
- Mehek-i dînde yüzi ag degül
Pâk ol dîn yolında Zer gibi
- Tâ safâ bulasın güher gibi
Menzilün ola bâg u gülşen-i kuds
- Manzarun ola serv ü sûsen-i kuds
Ola pervâz-gâhun evc-i felek
- Kemterîn saydun ola fevc-i melek
Buldı itmâm çün Mehekk-nâme
- Sehvüme ‘afv eliyle çek hâme
SONUÇ
XVI. yüzyılın önde gelen hamse şâirlerinden Hâmidî-zâde Bursalı Celîlî’nin son eseri olan Mehekk-nâme’nin ikinci nüshası Süleymaniye Kütüphanesi’nde tespit edilmiştir. Paris nüshasında bazı değişikliklerin ve iki nüsha arasında farklılıkların olduğu dikkati çekmiş ve eserin yeniden ele alınmasının faydalı olacağı düşünülmüştür. Bilindiği gibi, dil ve edebiyat alanında yapılacak çalışmalarda önce sağlam bir metnin bulunması ve karşılaştırma yapılması bilimselliğin bir gereğidir. Her iki nüshasının da elimizde bulunması nedeniyle bu manzûm hikâyeyi inceleyerek metniyle birlikte yeniden ilim dünyasına tanıtmaya çalıştık. Bu amaçla, her iki nüshadaki farklı kısımları dipnotlarda gösterdik. Eserin tümüne yayılmış İslâmî düşüncelerin yanı sıra ahlâkî öğüt taşıyan beyitleri tespit ederek mesnevinin didaktik yönünü ortaya koyduk. Eserin dil ve üslûbu hakkında da bilgi vererek, şâirin bu konudaki başarısına işaret ettik. Celîlî, sade ve akıcı üslûbuyla, diğer eserlerinde de görüldüğü gibi, iyi bir hamse şâiri olduğunu kanıtlamış ve ona kişiliğinin damgasını vurmuştur.